7 Ağustos 2017 Pazartesi
24 Aralık 2015 Perşembe
Bir İnternet/Yılan Hikayesi
ÇİZGİLİ DEFTER
Bir İnternet/Yılan Hikayesi
Bir çok insanın başına
tatsız hikayeler gelmiştir. Ama benim başıma gelen gerçekten yılan hikayesine
dönmüş tatsız bir internet bağlantısı hikayesidir. Çayyolu’nda otururken SO
fiber kullanıyordum. Oradan ayrılıp İncek’e geçtik. Geçtikten sonra da internet
nakli için SO’na başvurdum. Neyse belirtilen süre içinde yalın internet
bağlantısı yapıldı ancak bağlantı hızı çok düşüktü. Verdikleri hizmet 8 mb’tı
ama benim hız testinde gördüğüm 2-3 mb kadardı. Defalarca görüşmeme rağmen
aldığım cevap “efendim verdiğimiz hizmet 8 mb KADAR”.
Neyse 2-3 ay bu “hizmetle” süründükten sonra. 26.11.2015 tarihinde şu an ki
adresimin olduğu yere internetin naklini istedim. Bu adreste fiber altyapı
olduğunu bildirmeme (komşularımın kullandığını biliyordum) rağmen telefondaki görevli fiber olmadığını ve
yalın adsl nakli yapılabileceğini söyledi. Bende internet olsun da bir an önce
diyerek kabul etmek zorunda kaldım. 7 iş günü içinde de naklin tamamlanacağını
söylediler.4.12.2015 (17:21) tarihinde aradığımda bu binada jipon bölge olduğu
fiber alt yapı olduğunu bildirip yalın adsl nakli gerçekleştirilemeyeceğini söylediler.
Bunun üzerine yetkili şahıs fiber olarak naklin gerçekleştirileceğini söyledi
ve 96 saat içinde sorunun çözüleceğini söyledi. 08.12.2015 (12:52) tarihinde
tekrar aradığımda hala nakil gerçekleşmemişti. Telefondaki şahıs acil koduyla
bildirim yaptığını söyledi. 09.12.2015 (14:24) tarihinde durumu genel müdürlüğe
bilgi notuyla geçildi dendi. 10.12.2015 tarihinde F. Bey tarafından arandım bundan
sonra onunla muhatap olacağımı ve sorunu çözeceğini bildirdi. 24 saat içinde
sorunun çözüleceğini söyledi. Ayrıca aboneliğimin iptal edilerek yeni bir abonelik
yapılacağını söyledi. 11.12.2015 hala internet nakil işlemim yapılmamıştı. 18:19'da
F. Bey tarafından tekrar arandım ve nakil başvurusunu alan görevlinin hata
yaptığını ve apartman ismi benzerliğinden dolayı sorun çıktığını ve bulunduğum
adreste internet hizmeti veremeyeceklerini söyledi. Ayrıca lütfedip benden
bunun için herhangi bir ücret almayacaklarını söyledi.
Tamam, Cenk sakin ol bunların bu işi yapamayacağı anlaşıldı deyip ertesi
gün(12.12.2015) hemen ttnet’i arayarak abone olmak istediğimi bildirdim.
Telefondaki bayan evrakları kargoyla göndereceklerini ve ben bunları
imzaladıktan sonra 2 gün içinde ekiplerin bağlantıyı yapacağını söyledi.
16.12.2015 günü evrakları imzalayarak görevliye teslim ettim. 17.12.2015
tarihinde evraklarımın ellerine geçtiğini ve 2 gün içinde naklin yapılacağı
söylendi.
18.12.2015 (16:41) tarihinde ttnet teknisyenleri tarafından arandım ve eve
geldiklerini ama bizi evde bulamadıklarını söyledi. Bunun üzerine bende
gelmeden önce randevulaşsaydık uygun bir saatte evde olabileceğimi söyledim.
Onlara Cumartesi günü öğlene kadar gelebileceklerini söyledim. 19.12.2015
tarihinde iki görevli geldi koridorda yolluk olmadığını görünce “yeni mi
taşındınız ?” deyip ayakkabılarla içeri daldılar tam salona girecekken Allah’tan
halıyı görüp ayakkabıları çıkardılar. Çok hızlı bir şekilde bağlantıları
yaptılar ve “18’den sonra açılır” dediler. Bende içime doğmuş gibi “ya
açılmazsa” dedim. Görevli- “O zaman arıza kaydı yaparsınız” dedi.Büyük bir
heyecanla adsl’in yanıp sönen ışıklarına bakıp ara sıra internete girmeye
çalışıyorum ama nafile. Saat 19:00 civarında internet gelmeyince müşteri
hizmetlerini aradım. Görevli şahıs 1-2 saat daha beklememi ekiplerin işlem
yaptığını eğer hala gelmezse arıza kaydı yapmam gerektiğini söyledi. Neyse
zaman geçmek bilmedi gözlerim adsl’in yanıp sönen ışıklarında ama tık yok. Saat
21:00 civarında arıza kaydı oluşturdum karşımda ki görevli arızanın 48 saat
içinde giderileceğini söyledi. Ve bizim internetle buluşmamız biraz daha
ertelendi. Ben bu arada sürekli müşteri hizmetlerini arıyorum her biri oradan
sinyal gönderiyor bir şeyler yapıyorlar neyse yok yok hiç biri işe yaramıyor.
Bu arada sosyal iletişim kanallarını kullanaraktan sorunumu iletmeye
çalışıyorum. Artık karnıma ağrılar giriyor evde bir gerilim.
Sonunda 22.12.2015 (kutsal gün ilan ediyorum) bir görevli sabah aradı ve 13.30-14:00
saatleri arasında gelebileceklerini söyledi. Ben sevgilisinin yolunu gözleyen
kız gibi pencerede heyecanla görevlilerin gelmesini bekliyorum. Sonunda bir
araç park ediyor ve içinden yemek sonrası rehavetinde iki genç çıkıyor. Ağır adımlarla
bizim binaya doğru giriş yapıyorlar. Apartmana girmeleriyle benim kata
çıkmaları 5 dk’yı bulmuyor. Gelen görevli “abi kablo iyi takılmamış hallettik
15 dk güncelleme yapar ondan sonra internete girebilirsiniz” diyor. Adama o
heyecanla sarılıp öpmek istiyorum. Sonra kendimi frenleyip teşekkür ederim
diyorum. Ve 15 dk sonra artık bizimde internet bağlantımız oluyor. İnternet
başvurusu yaparken inşallah IQ’su yüksek birilerine denk gelirsiniz. İnternetinizin
kıymetini bilin.24.12.2015 cengo13@hotmail.com
.Ankara. Cenk TUNÇ
26 Haziran 2014 Perşembe
SİGARA İÇME YASAĞI KALKTI MI?
ÇİZGİLİ
DEFTER
SİGARA
İÇME YASAĞI KALKTI MI?
Bir
yazıda okumuştum sigara için şöyle diyordu “halk sağlığı trajedisi”.
Gerçekten, halkımızın sağlığını bozan ve
birçok hastalığa neden olan, içeni ve içmeyeni de hasta eden bir baş belasıdır
sigara.
Diğer
ülkelerde de durum farklı değildir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre Dünya
üzerinde her yıl ortalama 1 milyar 300 milyon insan sigaraya bağlı
hastalıklardan ölmektedir. Bu rakam ülkemizde 100.000’e yaklaşmaktadır.
Rakamlara baktığımızda; Dünya savaşlarında kaybedilen insan sayısından daha
fazlası, insan sigara yüzünden hayatını kaybetmektedir.
Biraz
geriye gidersek, sigara içilen toplu taşıma araçları, kahvehaneler, pastaneler,
kamu kurumları ve birçok alanı hatırlamanız zor olmaz. Buralara girdiğinizde
nefes almakta zorlanırdınız. Babanız kahveden geldiğinde paltosuna ceketine
sigara kokusundan yaklaşamazdınız. Misafirler geldiğinde sehpanın üzerinde
şekerlik tarzı bir kabın içinde sigaralardan oluşan bir yığın dururdu. Misafire
bunlardan ikram edilirdi. İkramı kabul etmemek iyi karşılanmazdı. Salonda,
oturma odasında ve çocukların yanında sigara içmek çok normaldi.
Herkesin
temiz hava soluyabilmesi amacıyla 4207 sayılı “Tütün Ürünlerinin Zararlarının
Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanun” çıkarılarak tütünsüz, sigarasız bir
Türkiye’nin ilk adımları atılmıştır. Bu sayede birçok ortamda daha rahat nefes
alır hale gelmiştik. Gelmiştik diyorum çünkü bazı şikâyetlerim var:
Herhangi
bir eğlence mekânına gidin. İlk servis edilen şey bir küllük oluyor. Mekânın en
güzel yeri olan bahçe veya balkon kısmı sigara içilmesine olanak verecek
şekilde düzenlenmiş oluyor. Bahçede biraz hava alayım deseniz sigara dumanına
mecbur kalıyorsunuz. İçerde kalsanız orada da içiliyor çoğu kez. Havalandırma
diye bir şey hak getire. Gözleriniz yanıyor ve yutkunmakta güçlük çektiğiniz
bir hal alıyor.
Nasıl
bir düzen kurduklarını bilmiyorum ama önceden haber alıp ona göre
davranıyorlar. Müşterilerini uyarıp kontrol olduğu zaman sigara içilmesine izin
vermiyorlar. Ya da hepinizin de tahmin edeceği bazı parasal yollarla bu kontrol
ve cezalardan kurtuluyorlar.
Oysa
4207 sayılı yasanın 2. maddesinde sigaradan bahisle ne diyordu: “Özel hukuk
kişilerine ait olan lokantalar ile kahvehane, birahane gibi eğlence hizmeti
verilen işletmelerde tüketilemez.”
Bu
yasanın kontrol mekanizmalarının geliştirilmesi ve dinamik hale getirilmesi
gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Fahri trafik müfettişliği gibi, ‘sigarayla
savaşmaya gönül vermiş’ fahri sigara kontrol müfettişleri olabilir.
Bir
diğer konu ise yasak kapsamının biraz daha genişletilmesidir.
Neden? Diyenler için şunu söyleyeyim:
Sigara içen bazı aileler zararlarını bildikleri için çocuklarının yanında ve
ortak kullanım alanlarında sigara içmiyorlar. Bu güzel bir davranış, ancak bazı
bilinçsiz aileler hala çocuklarının yanında sigara içerek onları zehirlemeye
devam etmektedir. Gönül ister ki herhangi bir yasal düzenleme olmadan aileler
bu konuya hassasiyet göstersin. Bu konu için kanuni düzenleme yapılması güç
olmakla birlikte imkânsız değildir.
Geçen
gün bir ziyaret için İzmir’e gitmem gerekti. Otobüs garına geldim, otobüsümün
kalkmasına yarım saat vardı. Biraz hava almak için dışarı çıktığımda yüzüme
çarpan sigara dumanı kokularıyla içeriye kendimi zor attım. İçeride sigara
içmek yasak olduğu için insanlar otobüslerin yaklaştığı alanda sigara
içiyorlardı. Aynı şekilde AVM önlerinde de bu tür manzaralarla karşılaşıyoruz.
Sigara dumanı kokuları arasında giriş-çıkış yapıyoruz. Bu duruma da acil çözüm
bulunmalı ve sigara içme alanları oluşturularak bu görüntülerin oluşması
engellenmelidir.
Bir
diğer konu ise çocuklarımız ve gençlerimizle ilgili: 18 yaşından küçüklere
sigara satışı yasak olduğu halde bazı bakkal ve büfelerden “tek dal” dedikleri
tek veya 2-3 adet sigara satın aldıkları gerçeği. Bunu da neden yapıyorlar?
Paket taşısa ailesine yakalanma riski var böylece bunun önüne geçmiş oluyor.
Denetimlerin sıkılaştırılarak bunun önüne acilen geçilmelidir.
Aslına
bakarsanız bu denetim ve cezaları uygulamayan yetkililer suç işlemektedirler.
Bu görevi ihmal kapsamına girmektedir. Ama onların bu ihmalkârlığının cezasını
da yine halk çekmektedir. Gerçekten soruyorum: SİGARA İÇME YASAĞI KALKTI MI? 19
Nisan 2014 Cenk TUNÇ. Ankara. cengo13@hotmail.com
Etiketler:
içme,
kanser,
sigara,
sigara içme,
sigara yasakları,
yasak
14 Nisan 2014 Pazartesi
BOYNUMUZA ATILMIŞ DÜĞÜM: KRAVAT
ÇİZGİLİ DEFTER
BOYNUMUZA ATILMIŞ
DÜĞÜM: KRAVAT
Kravat günümüz erkek
modasının vazgeçilmez aksesuarlarından biridir. Yılda yaklaşık olarak 800 milyon
adet satılmasıyla modacılarında vazgeçilmezidir. Sonuçta dünya üstünde 650
milyona yakın erkek de kravat takmaktadır.
Peki, hiç düşündünüz mü acaba, kravat nasıl ortaya çıktı ve dünya üzerinde
bu kadar yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Kökenine baktığımızda ilk olarak M.Ö.
3. Yüzyılda Çin askerlerinin bu boyun bağını kullandıklarını görmekteyiz. M.Ö.
1. Yüzyıla geldiğimizde Romalı askerler
“focale” isimli bir bezi soğuk havalarda boyunlarını soğuktan korumak
için kullanıyorlardı. Ayrıca sıcak havalarda da bu bezi ıslatarak serinlemeye
çalışıyorlardı.
1618 ve 1648 yılları arasında
yapılan 30 yıl savaşları esnasında Hırvat askerleri kravat takıyorlardı. Tabii
ki bu günümüz kravatları gibi değildi ve bir anlamı vardı. Hırvat askerleri
savaşa giderken, eşleri veya anneleri başlarından çıkarttıkları atkıları
boyunlarına bağlayarak bir düğüm atarlardı. Bu özel düğümün onları
kötülüklerden koruyacağına dair bir inançları vardı. Asker açısından bakarsak
sevdiği bir insanın kokusunu duymak veya çevresine benim bekleyenim var gibi
bir mesaj veriyor olmak gurur verici olmalıydı. Bu gelenek bir nebze de olsa kadınların
eşlerini işe uğurlarken kravatını düzeltme şeklinde devam etmektedir.
İlerleyen yıllarda Fransa’ya oradan
İngiltere’ye ve tüm dünyaya yayılmıştır. Ülkemize gelişi ise Osmanlı’nın
batılılaşma çalışmaları sırasında olmuştur. İlk kravat takan padişahımız ise
Sultan Abdülmecid’tir.
İlk olarak devlet memurları arasında
yaygınlaşan kravat takma modası ilerleyen yıllarda, özel sektörde ve okullarda
özellikle liselerde kullanılmaya başlandı. Aslında bir statü sembolüydü.
Kravat’ın moda sektörüne yaptığı
katkının tersine insan vücuduna zararları olduğunu biliyor muyuz? Kravat
taktığımızda çoğu zaman boğulacakmış gibi hissederiz. İnsanı geren bir yapısı
vardır. Yapılan araştırmalar da bunu destekliyor. Şah damarına baskı yapan
kravat, beyne daha az kan pompalanması
sonucunda felç olma riskini de beraberinde getirmektedir. Ayrıca, baş ağrısı,
baş dönmesi, damar sertliği, kireçlenme, glaucoma ve gırtlak kanserine de yol
açmaktadır. Psikolojik etkilerine baktığımızda; bizi strese sokması yanı sıra
çabuk sinirlenme, hoşgörüsüzlük ve anksiyete gibi rahatsızlıklar görülmektedir.
Ülkemizde yürürlükte bulunan 1303
sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarında
Çalışan Personelin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmeliğin 5. Maddesinin b
bendinde “…kravat takılır, kravatı örtecek şekilde balıkçı yaka veya benzeri
süveterler giyilmez. ….. Bina içinde gömleksiz, kravatsız ve çorapsız
dolaşılmaz. “ hükmü ile erkek devlet personelinin kravat takma zorunluluğu dile
getirilmiştir.
Bir ara meclis çalışmaları sırasında
kadın milletvekillerinin pantolon giyip giyilmemesi tartışmaları yaşanırken
kravat takma zorunluluğa dile getirilmişti. Bunun üzerine iktidar partisi
önergeyi geri çekti.
Bir politikacının dediği gibi: “Kravat
takma mecburiyetinin günümüz dünyasında tek tipçi ve toplumu yukarıdan aşağıya
insanların kılık kıyafetine göre dizayn etme anlayışının ürünüdür. Bu
mecburiyetin kaldırılmasının yine kişi hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi
için zorunludur.” diyerek dile getirmiştir.
Günümüz dünyasında kravat’a karşı
bir hava esmekte. Çevremize baktığımızda çoğu insan kravat takmak istemiyor.
Ama dayatmalar sonucunda bazen bunu takmaya mecbur kalıyor. Bu mecburiyet bazen
ters tepiyor.
Gençler kravat takmak istemiyor.
Zaten birçok lisede kravat zorunluluğu kaldırıldı. Hala bunu uygulayan okullar
mevcut.
TV dizilerini eleştirdiği bir
konuşmasında başka bir politikacımız ise şöyle söylüyor: “Çocuklarımız
kravatlarını affedersin göbeğinden bağlamaya çalışıyorsa, kedi kuyruğu gibi bir
kravatı bir tarafına bağlamış durumdaysa……… gençlerimizin de boynunda kravata
benzer bir şey var ama göbeğine doğru sarkmış, ne idüğü belirsiz bir şey.”
Ne idüğü belirsiz bir şey diyerek
aslında istemeden de olsa bence doğru bir tanımlama yapmış. Bir çeşit atkı
olarak ortaya çıkan kravat, zamanla erkeklerin boğazını sıkan bir aksesuar
olmuştur.
Aslında kravat, otoritenin insanlar
üstünde ben sizin efendinizim söyleminin beze bürünmüş halidir. Çoğu insan ve
toplum kravat’ın insanı boğan otoriteye boyun eğilmesini öngören bu takıyı
neden taktığının farkında olduğunu da düşünmüyorum. Sadece bir gelenek ve körü
körüne bir moda olmaktan öte bir şey değildir aslında.
Kravat taktığımızda çok mu
yakışıyor? Hayır, sadece otoriteye ben senin için çalışmaya hazırım mesajı
veriyoruz.
Doğaldır ki, kravat çıplak vücudumuza
taktığımız bir aksesuar değil, takım elbise ve gömlekle birlikte giydiğimiz bir
şey. Aslında burada kravat özelinde sorgulanması gereken bu zorlama
kıyafetlerin giyilmesi. Özellikle iş yaşamında hiç rahat olmayan bu
kıyafetlerin giyilmesi iş verimini düşürmektedir. Bence kıyafetler mesleğe göre
olmalıdır. Yani bir bilgisayar mühendisi veya öğretmenin bu tür zorlama
kıyafetleri giymeye zorlanmasının açıklanabilir tarafı yoktur.
Ayrıca sadece kravat değil
insanların saçlarının, sakallarının ve bıyıklarının da nasıl olacağının otorite
tarafından emredilmesi, kişi hak ve özgürlüklerinin ihlalidir. Otorite
insanların kılıyla tüyüyle değil daha iyi çalışma şartları ve adil gelir
paylaşımı üzerine odaklanmalıdır.
Canımız istediği için kravat
taktığımız, kıyafetimiz, saçımız ya da sakalımız için eleştirilmediğimiz, kendi
modamızı yaratıp içinde kaybolduğumuz, özgür bir dünya istiyorum. Boynumuza
atılmış bu düğümü çözme vakti gelmedi mi? 17 Şubat 2014 Cenk TUNÇ. Ankara. cengo13@hotmail.com
22 Mart 2014 Cumartesi
TOP SAHASI
ÇİZGİLİ DEFTER
TOP SAHASI
Hazır yerel seçimler yaklaşırken bir konuya dikkat çekmek
isterim.
Hepimizin küçükken alışveriş yaptığı bir bakkalı, kasabı, manavı
veya okul önlerinde turşu suyu içtiği bir turşucusu vardır.
Bunların yanı sıra bizim çocukluğumuzda “top sahaları” vardı.
Küçüklüğümüzde top sahaları; bütün enerjimizi harcadığımız,
yakalamaca(ebeleme), çelik çomak ve en önemlisi de diğer mahalle çocukları ile
bir araya gelerek futbol maçı yaptığımız yerlerdi.
Bu yerler genelde apartman veya evlerin arasında kalmış, boş
arsa veya arazilerdi. Bizler veya büyük ağabeyler bir araya gelerek inşaat
tahtalarından kaleler yapılırdı. İlerleyen zamanlarda bu sahaların yanlarına
“beyaz gölge” dizisinin etkisiyle panya (potanın arkasında ki dörtgen bölge)
kısmı tahtadan, çemberi inşaat demirinden yapılmış potalar da yapıldı.
Böylece basketbolla da tanışmış olduk.
Eve gelip çantamızı fırlatır fırlatmaz soluğu aldığımız,
arkadaşlarımızla güzel vakit geçirdiğimiz yerlerdi top sahaları. Zemini genelde
topraktı. İlkbaharda kenar kısımları biraz otlanırdı. Ama üzerinde çok top
oynadığımız için genelde ot bitmezdi.
Mahallelerin amatör futbol takımları da çoğu zaman bu yerlerde
antrenmanlarını yaparlardı. Günümüz futbolunun birçok önemli ismi bu toprak
sahalarda futbola başlamıştır. Yani aslında bu alanlar gençlerin ve çocukların
nefes aldığı, sosyalleştiği ve spor yaparak kendilerini geliştirdikleri
yerlerdi.
Bir gün buldozerler geldi; önce şaşkınlıkla baktık ne
yaptıklarına, sonra yerin altından ters
ağaç kökü gibi fışkıran
kolonları görünce, şaşkınlığımız üzüntüye dönüştü. Birbirimize dönüp “burası
bizimdi” dedik.
Nasıl yaparlar?
Nasıl olur? diyerek pasif tepkilerimizi ortaya koymuştuk.
Elimizdeki son oyun alanımızı, top sahamızı almışlardı.
Elimizden bir şey gelmiyordu. Elinden bir şey gelenlerde şehrin içinde kalan
son rantları yeme telaşındaydılar bence.
Top sahalarımız elimizden gidince daha tehlikeli bir iş yaparak
caddede top oynamaya başladık.
İki tane taş koyunca kale oluyordu. Düşmemek için çok dikkat etmemiz
gerekiyordu. Ayrıca arabalar gelirken oyun duruyor kimse yerinden
kıpırdamıyordu.
Adeta bir tür saygı duruşu gibi.
İlerleyen zamanlarda araç trafiğinin artmasıyla cadde de top
oynayamaz olduk. Ara sokaklarda hiç oynayamıyorduk. Arabası kıymetli komşular
hemen balkona çıkıp “çekilin bakayım arabanın yanından, gidin başka yerde
oynayın ” diyerek bizi uzaklaştırıyorlardı. Sanki başka yer varmış gibi.
Yıllar geçti o
günlerin üzerinden; şimdi artık top sahaları hiçbir yerde yok.
Şimdi park ve spor alanları var. İşler biraz daha planlı
gittiğinden yeni yapılan yerlerde ya site içlerinde ya da konut alanlarının
arasında bu tür alanlar oluşturuluyor.
Nedense
belediyeler bizim “top sahası” dediğimiz alanları çoğaltmak yerine,
betonlaştırmaya çalışıyorlar. Ya da o kadar kötü tasarlanmış parklar yapılıyor
ki, çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin sağlıklı spor yapması imkânsız hale
geliyor.
Yaklaşan yerel
seçimlerle birlikte mutlaka oyumuzu kullanacağız. Sadece kaldırım yapmakla,
çöpleri toplamakla belediyecilik olmuyor. Ve sevgili okurlar sizden bir ricam
var. Lütfen yerel yönetime talip olanlara şunu soralım: Spor sahalarında
insanların basabilecekleri veya üzerinde top oynayabilecekleri çim alanlar
yapacak mısınız?
Bu yeşil alanlarda hayvanların da rahatlıkla dolaşabileceği tel
örgülü bölgeler oluşturacak
mısınız? Yeni spor alanları yapacak mısınız? Var olanları düzeltecek misiniz?25
Şubat 2014 Cenk TUNÇ. Ankara. cengo13@hotmail.com
18 Ocak 2014 Cumartesi
TÜRKİYE PARKINSON OLDU!

ÇİZGİLİ DEFTER
TÜRKİYE
PARKINSON OLDU!
Osmanlı’nın son zamanlarında Avrupa
ülkeleri Osmanlı’ya “hasta adam” diyorlardı.
Neden?
Çünkü Osmanlı çaresizdi, savaşmaya gücü
kalmamıştı, ülke karmakarışıktı. Toprak kayıpları yaşanmıştı.
Şimdi, günümüz
Türkiye’sine bir isim vermeye kalksalardı ne ad verirler diye düşünüyorum:
Aklıma “Parkinson Hastası” geliyor.
Parkinson
hastalığının en büyük özelliği titremelerdir.
Bakınca görüyoruz ki bazı kurumlar titremek
bir yana deprem olmuş gibi yerle bir.
Kolun, baştan, gözün, ayaktan haberi yok.
Ama işin ilginç yanı hasta uyurken
titremiyor.
Tıpkı, Türkiye gibi. Uyutulduğumuz da her
şey normal.
Omurgamız da etkileniyor
bu hastalıktan ve bel öne bükülüyor. Vatandaşımızın hali ise bunu tam
yansıtıyor. Yapılan zamlarla bel bükülmesi bir yana yerlerde sürünüyor.
Tabii bazılarının bel bükülmesi ücretsiz
kömür çuvalı taşımaktan ya da “padişahım sen çok yaşa” diyerek yerlere
kapanmaktandır o da ayrı bir konu.
Bu hastalığın en
belirgin özelliği başın gövdeden önde gitmesidir.
Baş; bizi yönetenlerse, gerçekten önde
gittiklerini görebiliriz. Servetleriyle ve yolsuzluklarıyla en öndeler.
Birinciliği de kimseye bırakmaya niyetleri yok.
Kestirmeden gittin diyen hakemleri de
görevden alıyorlar.
Zamanında; Türkiye bağırsaklarını temizliyor diyenler şimdi, bu
hastalığa isim bulamıyorlar. Şimdi ki durumu düzeltmek için antibiyotik
tedavisi uyguluyorlar.
Ülkenin içini F tipi
virüslerle ve AK kan hücreleri kaplamış durumda. Ama hastanın ayakta duracak
hali kalmamış.
Müdahale yapması gereken Dr. Gül ise sadece
hastayla konuşuyor. Hastanın gömleğini kaldırmadan/çıkarmadan muayene yapıyor.
Türkiye’de bu arada titremeye devam ediyor.
Allah hepimizi bu
hastalıklardan korusun ve acil şifalar versin.18 Ocak 2014 Cenk TUNÇ.
Ankara.cengo13@hotmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)