24 Aralık 2015 Perşembe

Bir İnternet/Yılan Hikayesi



ÇİZGİLİ DEFTER

Bir İnternet/Yılan Hikayesi
Bir çok insanın başına tatsız hikayeler gelmiştir. Ama benim başıma gelen gerçekten yılan hikayesine dönmüş tatsız bir internet bağlantısı hikayesidir. Çayyolu’nda otururken SO fiber kullanıyordum. Oradan ayrılıp İncek’e geçtik. Geçtikten sonra da internet nakli için SO’na başvurdum. Neyse belirtilen süre içinde yalın internet bağlantısı yapıldı ancak bağlantı hızı çok düşüktü. Verdikleri hizmet 8 mb’tı ama benim hız testinde gördüğüm 2-3 mb kadardı. Defalarca görüşmeme rağmen aldığım cevap “efendim verdiğimiz hizmet 8 mb KADAR”.
Neyse 2-3 ay bu “hizmetle” süründükten sonra. 26.11.2015 tarihinde şu an ki adresimin olduğu yere internetin naklini istedim. Bu adreste fiber altyapı olduğunu bildirmeme (komşularımın kullandığını biliyordum)  rağmen telefondaki görevli fiber olmadığını ve yalın adsl nakli yapılabileceğini söyledi. Bende internet olsun da bir an önce diyerek kabul etmek zorunda kaldım. 7 iş günü içinde de naklin tamamlanacağını söylediler.4.12.2015 (17:21) tarihinde aradığımda bu binada jipon bölge olduğu fiber alt yapı olduğunu bildirip yalın adsl nakli gerçekleştirilemeyeceğini söylediler. Bunun üzerine yetkili şahıs fiber olarak naklin gerçekleştirileceğini söyledi ve 96 saat içinde sorunun çözüleceğini söyledi. 08.12.2015 (12:52) tarihinde tekrar aradığımda hala nakil gerçekleşmemişti. Telefondaki şahıs acil koduyla bildirim yaptığını söyledi. 09.12.2015 (14:24) tarihinde durumu genel müdürlüğe bilgi notuyla geçildi dendi. 10.12.2015 tarihinde F. Bey tarafından arandım bundan sonra onunla muhatap olacağımı ve sorunu çözeceğini bildirdi. 24 saat içinde sorunun çözüleceğini söyledi. Ayrıca aboneliğimin iptal edilerek yeni bir abonelik yapılacağını söyledi. 11.12.2015 hala internet nakil işlemim yapılmamıştı. 18:19'da F. Bey tarafından tekrar arandım ve nakil başvurusunu alan görevlinin hata yaptığını ve apartman ismi benzerliğinden dolayı sorun çıktığını ve bulunduğum adreste internet hizmeti veremeyeceklerini söyledi. Ayrıca lütfedip benden bunun için herhangi bir ücret almayacaklarını söyledi.

Tamam, Cenk sakin ol bunların bu işi yapamayacağı anlaşıldı deyip ertesi gün(12.12.2015) hemen ttnet’i arayarak abone olmak istediğimi bildirdim. Telefondaki bayan evrakları kargoyla göndereceklerini ve ben bunları imzaladıktan sonra 2 gün içinde ekiplerin bağlantıyı yapacağını söyledi. 16.12.2015 günü evrakları imzalayarak görevliye teslim ettim. 17.12.2015 tarihinde evraklarımın ellerine geçtiğini ve 2 gün içinde naklin yapılacağı söylendi.
18.12.2015 (16:41) tarihinde ttnet teknisyenleri tarafından arandım ve eve geldiklerini ama bizi evde bulamadıklarını söyledi. Bunun üzerine bende gelmeden önce randevulaşsaydık uygun bir saatte evde olabileceğimi söyledim. Onlara Cumartesi günü öğlene kadar gelebileceklerini söyledim. 19.12.2015 tarihinde iki görevli geldi koridorda yolluk olmadığını görünce “yeni mi taşındınız ?” deyip ayakkabılarla içeri daldılar tam salona girecekken Allah’tan halıyı görüp ayakkabıları çıkardılar. Çok hızlı bir şekilde bağlantıları yaptılar ve “18’den sonra açılır” dediler. Bende içime doğmuş gibi “ya açılmazsa” dedim. Görevli- “O zaman arıza kaydı yaparsınız” dedi.Büyük bir heyecanla adsl’in yanıp sönen ışıklarına bakıp ara sıra internete girmeye çalışıyorum ama nafile. Saat 19:00 civarında internet gelmeyince müşteri hizmetlerini aradım. Görevli şahıs 1-2 saat daha beklememi ekiplerin işlem yaptığını eğer hala gelmezse arıza kaydı yapmam gerektiğini söyledi. Neyse zaman geçmek bilmedi gözlerim adsl’in yanıp sönen ışıklarında ama tık yok. Saat 21:00 civarında arıza kaydı oluşturdum karşımda ki görevli arızanın 48 saat içinde giderileceğini söyledi. Ve bizim internetle buluşmamız biraz daha ertelendi. Ben bu arada sürekli müşteri hizmetlerini arıyorum her biri oradan sinyal gönderiyor bir şeyler yapıyorlar neyse yok yok hiç biri işe yaramıyor. Bu arada sosyal iletişim kanallarını kullanaraktan sorunumu iletmeye çalışıyorum. Artık karnıma ağrılar giriyor evde bir gerilim.
Sonunda 22.12.2015 (kutsal gün ilan ediyorum)  bir görevli sabah aradı ve 13.30-14:00 saatleri arasında gelebileceklerini söyledi. Ben sevgilisinin yolunu gözleyen kız gibi pencerede heyecanla görevlilerin gelmesini bekliyorum. Sonunda bir araç park ediyor ve içinden yemek sonrası rehavetinde iki genç çıkıyor. Ağır adımlarla bizim binaya doğru giriş yapıyorlar. Apartmana girmeleriyle benim kata çıkmaları 5 dk’yı bulmuyor. Gelen görevli “abi kablo iyi takılmamış hallettik 15 dk güncelleme yapar ondan sonra internete girebilirsiniz” diyor. Adama o heyecanla sarılıp öpmek istiyorum. Sonra kendimi frenleyip teşekkür ederim diyorum. Ve 15 dk sonra artık bizimde internet bağlantımız oluyor. İnternet başvurusu yaparken inşallah IQ’su yüksek birilerine denk gelirsiniz. İnternetinizin kıymetini bilin.24.12.2015 cengo13@hotmail.com .Ankara. Cenk TUNÇ

26 Haziran 2014 Perşembe

SİGARA İÇME YASAĞI KALKTI MI?


ÇİZGİLİ DEFTER

SİGARA İÇME YASAĞI KALKTI MI?
            Bir yazıda okumuştum sigara için şöyle diyordu “halk sağlığı trajedisi”.
Gerçekten, halkımızın sağlığını bozan ve birçok hastalığa neden olan, içeni ve içmeyeni de hasta eden bir baş belasıdır sigara.
            Diğer ülkelerde de durum farklı değildir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre Dünya üzerinde her yıl ortalama 1 milyar 300 milyon insan sigaraya bağlı hastalıklardan ölmektedir. Bu rakam ülkemizde 100.000’e yaklaşmaktadır. Rakamlara baktığımızda; Dünya savaşlarında kaybedilen insan sayısından daha fazlası,  insan sigara yüzünden hayatını kaybetmektedir.
            Biraz geriye gidersek, sigara içilen toplu taşıma araçları, kahvehaneler, pastaneler, kamu kurumları ve birçok alanı hatırlamanız zor olmaz. Buralara girdiğinizde nefes almakta zorlanırdınız. Babanız kahveden geldiğinde paltosuna ceketine sigara kokusundan yaklaşamazdınız. Misafirler geldiğinde sehpanın üzerinde şekerlik tarzı bir kabın içinde sigaralardan oluşan bir yığın dururdu. Misafire bunlardan ikram edilirdi. İkramı kabul etmemek iyi karşılanmazdı. Salonda, oturma odasında ve çocukların yanında sigara içmek çok normaldi.
            Herkesin temiz hava soluyabilmesi amacıyla 4207 sayılı “Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanun” çıkarılarak tütünsüz, sigarasız bir Türkiye’nin ilk adımları atılmıştır. Bu sayede birçok ortamda daha rahat nefes alır hale gelmiştik. Gelmiştik diyorum çünkü bazı şikâyetlerim var:
            Herhangi bir eğlence mekânına gidin. İlk servis edilen şey bir küllük oluyor. Mekânın en güzel yeri olan bahçe veya balkon kısmı sigara içilmesine olanak verecek şekilde düzenlenmiş oluyor. Bahçede biraz hava alayım deseniz sigara dumanına mecbur kalıyorsunuz. İçerde kalsanız orada da içiliyor çoğu kez. Havalandırma diye bir şey hak getire. Gözleriniz yanıyor ve yutkunmakta güçlük çektiğiniz bir hal alıyor.
            Nasıl bir düzen kurduklarını bilmiyorum ama önceden haber alıp ona göre davranıyorlar. Müşterilerini uyarıp kontrol olduğu zaman sigara içilmesine izin vermiyorlar. Ya da hepinizin de tahmin edeceği bazı parasal yollarla bu kontrol ve cezalardan kurtuluyorlar.
            Oysa 4207 sayılı yasanın 2. maddesinde sigaradan bahisle ne diyordu: “Özel hukuk kişilerine ait olan lokantalar ile kahvehane, birahane gibi eğlence hizmeti verilen işletmelerde tüketilemez.”
            Bu yasanın kontrol mekanizmalarının geliştirilmesi ve dinamik hale getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Fahri trafik müfettişliği gibi, ‘sigarayla savaşmaya gönül vermiş’ fahri sigara kontrol müfettişleri olabilir.
            Bir diğer konu ise yasak kapsamının biraz daha genişletilmesidir.
Neden? Diyenler için şunu söyleyeyim: Sigara içen bazı aileler zararlarını bildikleri için çocuklarının yanında ve ortak kullanım alanlarında sigara içmiyorlar. Bu güzel bir davranış, ancak bazı bilinçsiz aileler hala çocuklarının yanında sigara içerek onları zehirlemeye devam etmektedir. Gönül ister ki herhangi bir yasal düzenleme olmadan aileler bu konuya hassasiyet göstersin. Bu konu için kanuni düzenleme yapılması güç olmakla birlikte imkânsız değildir.
             Geçen gün bir ziyaret için İzmir’e gitmem gerekti. Otobüs garına geldim, otobüsümün kalkmasına yarım saat vardı. Biraz hava almak için dışarı çıktığımda yüzüme çarpan sigara dumanı kokularıyla içeriye kendimi zor attım. İçeride sigara içmek yasak olduğu için insanlar otobüslerin yaklaştığı alanda sigara içiyorlardı. Aynı şekilde AVM önlerinde de bu tür manzaralarla karşılaşıyoruz. Sigara dumanı kokuları arasında giriş-çıkış yapıyoruz. Bu duruma da acil çözüm bulunmalı ve sigara içme alanları oluşturularak bu görüntülerin oluşması engellenmelidir.
            Bir diğer konu ise çocuklarımız ve gençlerimizle ilgili: 18 yaşından küçüklere sigara satışı yasak olduğu halde bazı bakkal ve büfelerden “tek dal” dedikleri tek veya 2-3 adet sigara satın aldıkları gerçeği. Bunu da neden yapıyorlar? Paket taşısa ailesine yakalanma riski var böylece bunun önüne geçmiş oluyor. Denetimlerin sıkılaştırılarak bunun önüne acilen geçilmelidir.
            Aslına bakarsanız bu denetim ve cezaları uygulamayan yetkililer suç işlemektedirler. Bu görevi ihmal kapsamına girmektedir. Ama onların bu ihmalkârlığının cezasını da yine halk çekmektedir. Gerçekten soruyorum: SİGARA İÇME YASAĞI KALKTI MI? 19 Nisan 2014 Cenk TUNÇ. Ankara. cengo13@hotmail.com

14 Nisan 2014 Pazartesi

BOYNUMUZA ATILMIŞ DÜĞÜM: KRAVAT

ÇİZGİLİ DEFTER
BOYNUMUZA ATILMIŞ DÜĞÜM: KRAVAT
               
                Kravat günümüz erkek modasının vazgeçilmez aksesuarlarından biridir. Yılda yaklaşık olarak 800 milyon adet satılmasıyla modacılarında vazgeçilmezidir. Sonuçta dünya üstünde 650 milyona yakın erkek de kravat takmaktadır.
            Peki, hiç düşündünüz mü acaba,  kravat nasıl ortaya çıktı ve dünya üzerinde bu kadar yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Kökenine baktığımızda ilk olarak M.Ö. 3. Yüzyılda Çin askerlerinin bu boyun bağını kullandıklarını görmekteyiz. M.Ö. 1. Yüzyıla geldiğimizde Romalı askerler  “focale” isimli bir bezi soğuk havalarda boyunlarını soğuktan korumak için kullanıyorlardı. Ayrıca sıcak havalarda da bu bezi ıslatarak serinlemeye çalışıyorlardı.
            1618 ve 1648 yılları arasında yapılan 30 yıl savaşları esnasında Hırvat askerleri kravat takıyorlardı. Tabii ki bu günümüz kravatları gibi değildi ve bir anlamı vardı. Hırvat askerleri savaşa giderken, eşleri veya anneleri başlarından çıkarttıkları atkıları boyunlarına bağlayarak bir düğüm atarlardı. Bu özel düğümün onları kötülüklerden koruyacağına dair bir inançları vardı. Asker açısından bakarsak sevdiği bir insanın kokusunu duymak veya çevresine benim bekleyenim var gibi bir mesaj veriyor olmak gurur verici olmalıydı. Bu gelenek bir nebze de olsa kadınların eşlerini işe uğurlarken kravatını düzeltme şeklinde devam etmektedir.
            İlerleyen yıllarda Fransa’ya oradan İngiltere’ye ve tüm dünyaya yayılmıştır. Ülkemize gelişi ise Osmanlı’nın batılılaşma çalışmaları sırasında olmuştur. İlk kravat takan padişahımız ise Sultan Abdülmecid’tir.
            İlk olarak devlet memurları arasında yaygınlaşan kravat takma modası ilerleyen yıllarda, özel sektörde ve okullarda özellikle liselerde kullanılmaya başlandı. Aslında bir statü sembolüydü.
            Kravat’ın moda sektörüne yaptığı katkının tersine insan vücuduna zararları olduğunu biliyor muyuz? Kravat taktığımızda çoğu zaman boğulacakmış gibi hissederiz. İnsanı geren bir yapısı vardır. Yapılan araştırmalar da bunu destekliyor. Şah damarına baskı yapan kravat,  beyne daha az kan pompalanması sonucunda felç olma riskini de beraberinde getirmektedir. Ayrıca, baş ağrısı, baş dönmesi, damar sertliği, kireçlenme, glaucoma ve gırtlak kanserine de yol açmaktadır. Psikolojik etkilerine baktığımızda; bizi strese sokması yanı sıra çabuk sinirlenme, hoşgörüsüzlük ve anksiyete gibi rahatsızlıklar görülmektedir.
            Ülkemizde yürürlükte bulunan 1303 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmeliğin 5. Maddesinin b bendinde “…kravat takılır, kravatı örtecek şekilde balıkçı yaka veya benzeri süveterler giyilmez. ….. Bina içinde gömleksiz, kravatsız ve çorapsız dolaşılmaz. “ hükmü ile erkek devlet personelinin kravat takma zorunluluğu dile getirilmiştir.
            Bir ara meclis çalışmaları sırasında kadın milletvekillerinin pantolon giyip giyilmemesi tartışmaları yaşanırken kravat takma zorunluluğa dile getirilmişti. Bunun üzerine iktidar partisi önergeyi geri çekti.
            Bir politikacının dediği gibi: “Kravat takma mecburiyetinin günümüz dünyasında tek tipçi ve toplumu yukarıdan aşağıya insanların kılık kıyafetine göre dizayn etme anlayışının ürünüdür. Bu mecburiyetin kaldırılmasının yine kişi hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi için zorunludur.” diyerek dile getirmiştir.
            Günümüz dünyasında kravat’a karşı bir hava esmekte. Çevremize baktığımızda çoğu insan kravat takmak istemiyor. Ama dayatmalar sonucunda bazen bunu takmaya mecbur kalıyor. Bu mecburiyet bazen ters tepiyor.
            Gençler kravat takmak istemiyor. Zaten birçok lisede kravat zorunluluğu kaldırıldı. Hala bunu uygulayan okullar mevcut.
            TV dizilerini eleştirdiği bir konuşmasında başka bir politikacımız ise şöyle söylüyor: “Çocuklarımız kravatlarını affedersin göbeğinden bağlamaya çalışıyorsa, kedi kuyruğu gibi bir kravatı bir tarafına bağlamış durumdaysa……… gençlerimizin de boynunda kravata benzer bir şey var ama göbeğine doğru sarkmış, ne idüğü belirsiz bir şey.”
            Ne idüğü belirsiz bir şey diyerek aslında istemeden de olsa bence doğru bir tanımlama yapmış. Bir çeşit atkı olarak ortaya çıkan kravat, zamanla erkeklerin boğazını sıkan bir aksesuar olmuştur.
            Aslında kravat, otoritenin insanlar üstünde ben sizin efendinizim söyleminin beze bürünmüş halidir. Çoğu insan ve toplum kravat’ın insanı boğan otoriteye boyun eğilmesini öngören bu takıyı neden taktığının farkında olduğunu da düşünmüyorum. Sadece bir gelenek ve körü körüne bir moda olmaktan öte bir şey değildir aslında.
            Kravat taktığımızda çok mu yakışıyor? Hayır, sadece otoriteye ben senin için çalışmaya hazırım mesajı veriyoruz.
            Doğaldır ki, kravat çıplak vücudumuza taktığımız bir aksesuar değil, takım elbise ve gömlekle birlikte giydiğimiz bir şey. Aslında burada kravat özelinde sorgulanması gereken bu zorlama kıyafetlerin giyilmesi. Özellikle iş yaşamında hiç rahat olmayan bu kıyafetlerin giyilmesi iş verimini düşürmektedir. Bence kıyafetler mesleğe göre olmalıdır. Yani bir bilgisayar mühendisi veya öğretmenin bu tür zorlama kıyafetleri giymeye zorlanmasının açıklanabilir tarafı yoktur.
            Ayrıca sadece kravat değil insanların saçlarının, sakallarının ve bıyıklarının da nasıl olacağının otorite tarafından emredilmesi, kişi hak ve özgürlüklerinin ihlalidir. Otorite insanların kılıyla tüyüyle değil daha iyi çalışma şartları ve adil gelir paylaşımı üzerine odaklanmalıdır.
            Canımız istediği için kravat taktığımız, kıyafetimiz, saçımız ya da sakalımız için eleştirilmediğimiz, kendi modamızı yaratıp içinde kaybolduğumuz, özgür bir dünya istiyorum. Boynumuza atılmış bu düğümü çözme vakti gelmedi mi? 17 Şubat 2014 Cenk TUNÇ. Ankara. cengo13@hotmail.com

22 Mart 2014 Cumartesi

TOP SAHASI


ÇİZGİLİ DEFTER
TOP SAHASI

Hazır yerel seçimler yaklaşırken bir konuya dikkat çekmek isterim.
Hepimizin küçükken alışveriş yaptığı bir bakkalı, kasabı, manavı veya okul önlerinde turşu suyu içtiği bir turşucusu vardır.
Bunların yanı sıra bizim çocukluğumuzda “top sahaları” vardı.
Küçüklüğümüzde top sahaları; bütün enerjimizi harcadığımız, yakalamaca(ebeleme), çelik çomak ve en önemlisi de diğer mahalle çocukları ile bir araya gelerek futbol maçı yaptığımız yerlerdi.
Bu yerler genelde apartman veya evlerin arasında kalmış, boş arsa veya arazilerdi. Bizler veya büyük ağabeyler bir araya gelerek inşaat tahtalarından kaleler yapılırdı. İlerleyen zamanlarda bu sahaların yanlarına “beyaz gölge” dizisinin etkisiyle panya (potanın arkasında ki dörtgen bölge) kısmı tahtadan, çemberi inşaat demirinden yapılmış potalar da yapıldı.
Böylece basketbolla da tanışmış olduk.
Eve gelip çantamızı fırlatır fırlatmaz soluğu aldığımız, arkadaşlarımızla güzel vakit geçirdiğimiz yerlerdi top sahaları. Zemini genelde topraktı. İlkbaharda kenar kısımları biraz otlanırdı. Ama üzerinde çok top oynadığımız için genelde ot bitmezdi.
Mahallelerin amatör futbol takımları da çoğu zaman bu yerlerde antrenmanlarını yaparlardı. Günümüz futbolunun birçok önemli ismi bu toprak sahalarda futbola başlamıştır. Yani aslında bu alanlar gençlerin ve çocukların nefes aldığı, sosyalleştiği ve spor yaparak kendilerini geliştirdikleri yerlerdi.
Bir gün buldozerler geldi; önce şaşkınlıkla baktık ne yaptıklarına, sonra yerin altından ters ağaç kökü gibi fışkıran kolonları görünce, şaşkınlığımız üzüntüye dönüştü. Birbirimize dönüp “burası bizimdi” dedik.
Nasıl yaparlar?
Nasıl olur? diyerek pasif tepkilerimizi ortaya koymuştuk.
Elimizdeki son oyun alanımızı, top sahamızı almışlardı. Elimizden bir şey gelmiyordu. Elinden bir şey gelenlerde şehrin içinde kalan son rantları yeme telaşındaydılar bence.
Top sahalarımız elimizden gidince daha tehlikeli bir iş yaparak caddede top oynamaya başladık.
İki tane taş koyunca kale oluyordu. Düşmemek için çok dikkat etmemiz gerekiyordu. Ayrıca arabalar gelirken oyun duruyor kimse yerinden kıpırdamıyordu.
Adeta bir tür saygı duruşu gibi.
İlerleyen zamanlarda araç trafiğinin artmasıyla cadde de top oynayamaz olduk. Ara sokaklarda hiç oynayamıyorduk. Arabası kıymetli komşular hemen balkona çıkıp “çekilin bakayım arabanın yanından, gidin başka yerde oynayın ” diyerek bizi uzaklaştırıyorlardı. Sanki başka yer varmış gibi.
            Yıllar geçti o günlerin üzerinden; şimdi artık top sahaları hiçbir yerde yok.
Şimdi park ve spor alanları var. İşler biraz daha planlı gittiğinden yeni yapılan yerlerde ya site içlerinde ya da konut alanlarının arasında bu tür alanlar oluşturuluyor.
            Nedense belediyeler bizim “top sahası” dediğimiz alanları çoğaltmak yerine, betonlaştırmaya çalışıyorlar. Ya da o kadar kötü tasarlanmış parklar yapılıyor ki, çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin sağlıklı spor yapması imkânsız hale geliyor.
            Yaklaşan yerel seçimlerle birlikte mutlaka oyumuzu kullanacağız. Sadece kaldırım yapmakla, çöpleri toplamakla belediyecilik olmuyor. Ve sevgili okurlar sizden bir ricam var. Lütfen yerel yönetime talip olanlara şunu soralım: Spor sahalarında insanların basabilecekleri veya üzerinde top oynayabilecekleri çim alanlar yapacak mısınız?
Bu yeşil alanlarda hayvanların da rahatlıkla dolaşabileceği tel örgülü bölgeler oluşturacak mısınız? Yeni spor alanları yapacak mısınız? Var olanları düzeltecek misiniz?25 Şubat 2014 Cenk TUNÇ. Ankara. cengo13@hotmail.com

18 Ocak 2014 Cumartesi

TÜRKİYE PARKINSON OLDU!


ÇİZGİLİ DEFTER
TÜRKİYE PARKINSON OLDU!
            Osmanlı’nın son zamanlarında Avrupa ülkeleri Osmanlı’ya “hasta adam” diyorlardı.
Neden?
Çünkü Osmanlı çaresizdi, savaşmaya gücü kalmamıştı, ülke karmakarışıktı. Toprak kayıpları yaşanmıştı.
            Şimdi, günümüz Türkiye’sine bir isim vermeye kalksalardı ne ad verirler diye düşünüyorum:
Aklıma “Parkinson Hastası” geliyor.
           Parkinson hastalığının en büyük özelliği titremelerdir.
Bakınca görüyoruz ki bazı kurumlar titremek bir yana deprem olmuş gibi yerle bir.
Kolun, baştan, gözün, ayaktan haberi yok.
Ama işin ilginç yanı hasta uyurken titremiyor.
Tıpkı, Türkiye gibi. Uyutulduğumuz da her şey normal.
            Omurgamız da etkileniyor bu hastalıktan ve bel öne bükülüyor. Vatandaşımızın hali ise bunu tam yansıtıyor. Yapılan zamlarla bel bükülmesi bir yana yerlerde sürünüyor.
Tabii bazılarının bel bükülmesi ücretsiz kömür çuvalı taşımaktan ya da “padişahım sen çok yaşa” diyerek yerlere kapanmaktandır o da ayrı bir konu.
            Bu hastalığın en belirgin özelliği başın gövdeden önde gitmesidir.
Baş; bizi yönetenlerse, gerçekten önde gittiklerini görebiliriz. Servetleriyle ve yolsuzluklarıyla en öndeler. Birinciliği de kimseye bırakmaya niyetleri yok.
 Kestirmeden gittin diyen hakemleri de görevden alıyorlar.
Zamanında; Türkiye bağırsaklarını temizliyor diyenler şimdi, bu hastalığa isim bulamıyorlar. Şimdi ki durumu düzeltmek için antibiyotik tedavisi uyguluyorlar.
            Ülkenin içini F tipi virüslerle ve AK kan hücreleri kaplamış durumda. Ama hastanın ayakta duracak hali kalmamış.
Müdahale yapması gereken Dr. Gül ise sadece hastayla konuşuyor. Hastanın gömleğini kaldırmadan/çıkarmadan muayene yapıyor. Türkiye’de bu arada titremeye devam ediyor.
            Allah hepimizi bu hastalıklardan korusun ve acil şifalar versin.18 Ocak 2014 Cenk TUNÇ. Ankara.cengo13@hotmail.com