11 Mart 2012 Pazar

YA SPOR YA ÜNİVERSİTE SINAVI

ÇİZGİLİ DEFTER


YA SPOR YA ÜNİVERSİTE SINAVI

            Hep şikâyet ederiz. Neden Türkiye’de spor gelişmiyor? Neden bizim takımlarımız uluslar arası yarışmalarda iyi dereceler alıp yüzümüzü güldürmüyor? Çoğu zaman alt yapı problemleri sebep olarak gösterilir. Doğrudur, yeterli alt yapı olmazsa başarı beklemek hayalcilikten öte gidemez.
            Ancak ben başka bir konuya dikkat çekmek istiyorum: Üniversite sınavı.
            Genç sporcular; öncelikle okulların alt yapılarında küçük, yıldız, genç takımlarında ve buna paralel olarak yetenekli ve başarılı olanlar ise kulüp takımlarında da yer alırlar.
            Ailelerde; çocuklarının bir takımda yer almasından gurur duyar ve başarılarıyla daha da mutlu olurlar. Ne yazık ki genç sporcu 10. veya 11. sınıfa gelince, ailelerin çocuklarını dershaneye yazdırma telaşı başlar. Daha sonra,  çocuklarının derslerini olumsuz yönde etkileyeceklerini düşündükleri için antrenmanlara göndermeme eğilimi meydana gelmektedir. Oysa bilimsel araştırmalar spor yapan insanların zihinsel aktivitelerinin, yapmayanlara oranla daha yüksek olduğunu göstermektedir. Spor sayesinde beyne ve organlara daha fazla oksijen giderek daha iyi çalışmasını sağlamaktadır. En önemlisi ise mutluluk hormonu da denilen endorfin gibi hormonların salgılanmasıyla gencin stresinin azaltılması ve mutlu olmasıdır.
            Aile ve üniversite sınavı baskısı ile en verimli çağında spordan 2–3 sene ayrı kalan veya bırakmak zorunda kalan gençler, ülkemiz kulüp takımları ve ulusal takımlarımız için büyük birer kayıp olmaktadırlar.
            Sporda ki başarısının yanı sıra derslerinde de başarılı sporcuların olması ana hedef olmalıdır. Sporun da esas amacı budur.
            Bu amaçtan yola çıkarak, her uluslar arası turnuvada madalyaları toplayan ABD’de ki durumu The College at Brockport’ta görev yapan Dr. Ferman KONUKMAN’dan öğrendim.
            Üniversiteler bizdeki üniversite sınavına benzeyen “SAT” sınavı ile öğrenci alıyorlar. Bizdeki gibi milli sporcu kontenjanları yok. Ancak, elit sporcu isen “division 1 veya 2“ bursu alarak okul ücreti ödemeden öğrenim görebiliyorsunuz. İyi sporcuları üniversiteler kapmaya çalışıyor. Ama esas başarının sırrı, okul sporlarında yatıyor. Profesyonel takımlar birçok oyuncusunu kolej liglerinden sağlıyor. ABD’de aileler, çocuklarının başarılı bir sporcu olmasını ve bu sayede burs kazanmasını destekliyorlar.
            Pamukkale Üniversitesi öğretim üyelerinden Halit EGESOY’a göre, ülkemizde durum biraz farklı. Birkaç özel üniversite dışında spor bursu veren üniversite yok. Devlet üniversiteleri ise spor bursu vermiyor. Bu boşluğu bir nebze olsun doldurmak için Kredi ve Yurtlar Kurumu lisanslı sporculara belgelemek kaydıyla 800 TL’ye kadar spor bursu vermektedir. ABD’den farklı olarak, ülkemizde üniversitelerin milli sporcu kontenjanları bulunmaktadır. Ancak, bu alınacak toplam öğrenci sayısı içinde %15’lik bir paya sahiptir. Milli sporcuların sıralamaları YÖK tarafından yapılmaktadır.
            Peki, yapılması gerekenler nelerdir? Öncelikle üniversite liginin canlandırılarak daha profesyonel bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Üniversitelerin sadece bilimde değil, spor, kültür ve sanat alanlarında da birbirleriyle rekabet etmeleri gerekmektedir. Rekabet hem başarıyı arttırır, hem de ilerleme getirir.
            Ayrıca sadece özel üniversitelerin değil, devlet üniversitelerinin de cazip burs olanakları ile elit sporcuları kendi bünyelerine katmaları gerekmektedir.
            Okul sporları federasyonunun güçlendirilerek, göstermelik okul turnuvaları yerine, tanıtımı iyi yapılmış büyük organizasyonlar yapılması sağlanmalı. Maçları hafta sonuna alarak daha çok kişinin izlemesi için yerel televizyon kanalları faaliyete geçirilmelidir. Zira yerel kanalların program sorunu da böylece bir nebze olsun çözülmüş olacaktır.
            Sürekli olarak olimpiyatlara aday olan ülkemizde, devlet ve yerel yönetimler alt yapı ve tesisleşme konusunda, federasyonlarla işbirliği içinde olarak üstlerine düşen görevleri gecikmeden yerine getirmelidirler.
            YÖK’ün belirlediği “üniversite milli sporcu kontenjanının” arttırılması da üniversite liginin kalitesini yükseltecektir.
            Ailelerde şunu bilmelidirler: Spor, gencin çok zamanını almaktadır. Ama iyi sporcular; disiplinli olurlar ve ne zaman ders çalışacağını, ne zaman antrenman yapacağını, çok iyi bilirler. Spor, üniversite sınavını kazanmak için bir engel değil, bir kaldıraçtır. Üniversitelerin burs imkânlarının gelişmesiyle, on binlerce doları bulan üniversite harçlarını ödemek zorunda kalmayacak olan aileler de rahat bir nefes alacaktır.
            Türk sporunun gelişmesi ve Türk sporcularının madalya ve kupalar alarak yurda dönmelerini normal karşılayacağımız yarınlar dileğiyle. 08.03.2012. Cenk TUNÇ. Ankara. cengo13@hotmail.com

TRAFİKAOS

TRAFİKAOS



            Bence trafik bir ülkenin medeniyet işaretlerinden biridir. Bir ülkenin medeni ve kalkınmış olup olmadığını anlamak için onun trafik durumuna bakılmalıdır. İspanya’ya yaptığım bir ziyaret sırasında şoförlerin duyarlılığı çok hoşuma gitmişti; Kaldırımın kenarına geldiğinizde hemen yavaşlayıp yol veriyorlardı. Ülkemizde de bazı semtlerde bunları görmek mümkündür tabii ki.
         Televizyon haberlerine baktığımızda, beni en çok etkileyen haberlerin başında, trafik kazası haberleri gelmektedir. Hatta çoğu zaman kanal değiştirmeme sebep olmaktadırlar. Dayanamıyorum insanların o hallerine! Araba parçaları, sağa sola koşturan doktorlar, sirenler, yaralılar ve ne yazık ki ölüler.
               Çoğu zaman sürücü hatalarından,  meydana geliyor, trafik kazaları.
            Son zamanlarda trafikte ilginç davranışlar dikkatimi çekmeye başladı. Gençlerin sağlı sollu makaslar atarak gitmelerini kanıksadık. Aynada onları gördüğümüz zaman, şerit değiştirmeden geçmelerini bekliyoruz. Onlar geçtikten sonra rahat bir nefes alıyoruz. Ama öyle bir şey yapıyorlar ki, artık buna pes diyorum. Şöyle yapıyorlar: Eğer dönel kavşakta araç yoksa, hızlanıp, el frenini çekerek arabayı kaydırarak döndürüyorlar. Gençlerin söylediği şekilde “drift atıyorlar”. Kontrolü kaybettikleri takdirde, kendilerine ve çevrelerine büyük zararlar verebileceklerinin farkında değiller.
            Hazır laf dönel kavşaktan açılmışken, öyle sürücüler var ki, dönel kavşaktan sanki sadece kendileri geçecekmiş gibi ağır hareket ediyorlar. En sağdan  en sola dönüp,  bir anda önünüze çıkan araçlar ve de kırmızıda geçip pat diye dönel kavşakta geçişinizi etkileyen araçlar da cabası.
                Bir dönem trafik ve ilk yardım derslerine giriyordum. Sınavda şöyle bir soru sormuştum öğrencilerime: “Yayanın tarifini yapınız?”  Cevap; “– Arabaların arasından geçen kişiye yaya denir.” diye yazmıştı öğrencim. Aslında bu cevaba çok gülmüştüm. Ancak tanımda haklılık payı vardı. Bakıyorum yayaların en çok yaptığı hata arabaların arasından geçmek.
            Yeşil sermayenin yükselişi ile birlikte, lüks araç kullanan türbanlı bayanlara daha sık rastlar olduk trafikte. Öncelikle şunu belirtmemde fayda var. İnsanlar nasıl istiyorlarsa öyle giyinsinler. Sadece kamu personeli olanların, bu hizmet esnasında dini objeler taşımalarını uygun bulmadığımı belirtmek isterim. Bazıları  şöyle düşünebilir: “Kardeşim sana ne milletin türbanından?” Ama iş öyle değil. Son zamanlarda  türban takan araç sürücüsü bayanlardan korkmaya başladım. Çünkü türbanlarını öyle bir bağlıyorlar ki yan aynaları görmeye imkânları olmuyor. Bu yüzden de birdenbire yola çıkıveriyorlar. Ayrıca kocaman siyah gözlükler takarak, görüş netliklerini de azaltıyorlar çoğu zaman. Benim onlardan bir dileğim var, lütfen türbanınızın yan kısımlarını trafikteyken biraz geriye alın.
            Bazı kesimlerde bir modadır gidiyor. Arabalarının ön taraflarına makam arabalarının ışığından takarak ve bazen de siren sesi çalarak giden sivil araçlar. Doğal olarak trafikte iken yol veriyorsunuz ama yanınızdan geçtikten sonra anlıyorsunuz onun makam özentisi  olduğunu.
            Işıklardan bahsetmişken; doğan görünümlü şahin veya şahin görünümlü doğanlara çeşitli ışıklar takarak, arabalarına pavyon ışıklandırması yapanların, oluşturdukları görüntü kirliliğine kim dur diyecek? Bu nasıl bir zevktir?  Ayrıca trafiğin aydınlatma ile ilgili kurallarına uyduğunu düşünmüyorum.
            Birde güpegündüz sis farlarını açıp gezenler var. Kardeşim amacın ne? Neden sis farını yakarsın? Bununla ilgili olarak bir internet sitesinde şöyle tanımlamalar vardı: şoparlar (devamlı sis farı açık gezenler), sonradan görmeler ( merceksiz ve ayarsız xenon far takanlar), ayarsız sboplar (far ayarını en üstte kullanan far ayarsızlar), ben önümü görüyorum biraderler. (gece olduğu halde farlarını yakmayanlar), mavişler (gece olsa da mavi renkli neon parklarla gezenler).
            İçinizden cep telefonu ile ilgili bir şey yazmamış diyenler çıkabilir. Ama unutmadım. Bildiğiniz gibi trafikte cep telefonuyla konuşmak kaza riskini 4 kata kadar arttırmaktadır. İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre 110 km ile giden bir araç aniden durması gerektiğinde; normal durumda 31m de , alkollü 35 m de, kulaklıklı cep telefon ile 39 m de , cep telefonu elinde iken 45 m mesafede durabilmektedir. Bu yüzden siz siz olun konuşacaksanız uygun bir yerde  dörtlülerinizi yaktıktan sonra telefonla görüşün. Hem de dilediğiniz kadar.
            Gençler arasında araçlarına cam filmi çektirme modası hızla yayılıyor. Kapkara camlar, gizemli araçlar.  Bazı faydaları olduğu kesindir. İçeride çantanız varsa görülmediği için çalamazlar, kaza anında patlayan camın sizi yaralamasını engelleyebilir ve ısı tasarrufu sağladığı da bir gerçektir.  Bununla ilgili bir yasal düzenleme yoktur. Ancak şunu belirtmekte fayda var; araçlara sonradan takılan  materyaller yasal değildir.
            Bunlar benim trafikte araç kullanırken dikkatimi çeken durumlardı. Kim bilir sizlerin gördüğü neler vardır. Son söz “Uymazsan trafik kuralına, uyarlar hazır olan imama”. 20 Aralık 2011. Cenk TUNÇ. Ankara. cengo13@hotmail.com

FAKİRLER KIŞLAYA ZENGİNLER BANKAYA

ÇİZGİLİ DEFTER

FAKİRLER KIŞLAYA ZENGİNLER BANKAYA

Isıtılıp ısıtılıp Türkiye’nin gündemine servis edilen bir konu var: Bedelli askerlik. Tartışmaları halkımız sessiz sedasız yine izliyor. Yarısı kadın olduğu için kendilerini pek ilgilendirmiyor, bir kısmı da hükümet ne yaparsa yapsın desteklediği için ses çıkarmıyor, ne oluyor diye hiç sorulmuyor.
            Konuşanlar ise AKP’ye yakın isimlerden Önder AYTAÇ. 11.11.2011 tarihli yazısında bedelli askerlik için hükümetin çok iyi yaptığını, bu yasa tasarısı için siyasi partilere baskı yapılması gerektiğini savunan bir yazı yazıyor. Ayrıca yazısının başında bedelli askerliği isteyenler için ARO tanımını yapıyor. Ben şahsen ne demek istediğini anlamadım ama herhalde şunu demek istedi: Askerlikten (Askerden) Rahatsız Olanlar.
            Bu arada AKP’li Şirin ÜNAL büyük bir kitlenin (tahminen 100–150 bin kişi) bedelli askerliği beklediğini, eşitlik ilkesine ve terörle mücadeleye zarar vermeden bu işi çözeceklerini ifade ediyor. 1987, 1992 ve 1999 yıllarında bedelli askerlik uygulamaları yapıldı. Parası olan bir çok insan bundan faydalandı. Bunlar yapılırken dikkat edilmeyen çok önemli bir nokta var. O göz ardı ediliyor. “Türk Halkı’nın savaşabilme yeteneği”. Atatürk bu durumu 1917 yılında başkumandanlığa yazdığı yazısında şöyle dile getiriyor:  “…egemenliği ancak savaşabilen milletler kazanabilir….Birde o milletin askeri niteliğinin sürekliliğiyle yani zorunlu askerlikle korunabilir.”
            Oysa Recep Tayyip ERDOĞAN ne demişti “askerlik yan gelip yatma yeri değildir.” Peki siz bu bedelli yasasını çıkararak  badem bıyıklı ve askerden kaçan bu insanları temel eğitim dahi aldırmadan sadece bankaya kadar yorarak, yan gelip yatırmış olmayacak mısınız? Allah korusun bir seferberlik durumu olursa temel askerlik eğitimi almamış bu askerlerle mi vatanı koruyacağız?
            Bu durumdan rahatsız olan CHP Milletvekili Muharrem İNCE tepkisini şöyle dile getiriyor: “Terör devam ederken, köylü, fakir fukara çocukları Al Bayrak’a sarılıp ailelerine geri gelirken, böyle bir proje doğru bir proje değildir.”
            Benzer bir tepkiyi Emre Bilal Çelik biraz daha sert bir üslupla yapıyor. “Vatan Borcu’nu ödememek için yıllarca asker kaçağı olarak kalanlar leş kargaları gibi hemen bu yasaya üşüşeceklerdir.”
            Bu tartışmalar arasında AKP meclisten bedelli askerlik yasasını çıkardı. Ama yasanın şimdilerde tartışılan yanı, Anayasa’ya aykırılık iddiasıdır, bence. Anayasa’nın 10. Maddesi  olan “kanun önünde eşitlik” başlığı altında Kanun önünde herkesin eşit olduğu vurgulanıp, hiç kimseye ayrıcalık tanınmayacağından bahsetmektedir. Oysa yapılan uygulama da 30.000 Türk Lira’n varsa askere gitmiyorsun. Yoksa marş marş kışlaya. Zengin fakir ayrımı yapılarak Anayasa’ya aykırı bir yasa çıkarılıyor. Bu yasanın daha önce birkaç kez çıkarılmış olması da onu meşru kılmaz.
         Bu arada CHP Milletvekili Rıza TÜRMEN “kesin bir şey söyleyemem ama deyip , Anayasa’nın eşitlik ilkesinin ihlâl edildiğini söylüyor.” Öte yandan yine CHP’li Akif HAMZAÇEBİ ise yıllık geliri 1200 TL’nin altında veya hiç geliri olmayanlarında bu yasadan yararlanmalarını istiyor. Üç farklı ses.
            Mali açıdan baktığımızda ortada ciddi bir para var. Bu arada bankalar da hemen devreye girmişler millet askerlik yapmasın da ben 60 aya kadar kredi veririm diyorlar. Hiç şaşırmadım.
           Anayasa Madde 72: Vatan hizmeti, her Türk’ün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir. Bu maddeye istinaden gerekli düzenlemeleri yapabilirler. Ancak, askerlik sürelerini kısaltarak, zengin fakir ayırımı yaparak ve askerden kaçanları bir nevi ödüllendirerek bu tür yasalar yapılmamalıdır. Vatan borcu banka kredisi borcuyla ödenmez. Güneydoğuda şehit olan askerlerimizin acısını ise verilecek paralar dindirmez.
            Son söz “Halkın savaşabilme yeteneği ne kadar azsa olası bir savaşta başarı şansı yoktur.” (Belki de amaçlanan budur.) Cenk TUNÇ. Ankara.  01.12.2011 cengo13@hotmail.com

ÖZEL ÖĞRETİM KURUMLARI ÖĞRETMENLERİ VE SORUNLARI

ÇİZGİLİ DEFTER   

ÖZEL ÖĞRETİM KURUMLARI ÖĞRETMENLERİ VE SORUNLARI

Bugün 24 Kasım Öğretmenler günü. Neden 24 Kasım? Çünkü 24 Kasım 1928 ‘de Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Baş Öğretmenliği kabul ettiği tarihtir. Aynı zamanda Türk halkının Lâtin alfabesiyle okuma ve yazmaya başladığı gündür.
Bugün aynı zamanda öğretmenlerin hatırlandığı, hamasi nutukların atılarak, öğretmenlerin sorunlarının göz ardı edildiği bir gündür. “Öğretmenler başımızın tacıdır, öğretmenlik kutsal meslektir.” gibi sözlerin sıkça duyulduğu gündür. Bazı öğrencilerin de gerçekten kendilerinde iz bırakmış öğretmenlerini arayarak onlara minnetlerini sundukları bir gündür.
Aydınlık bir toplum oluşturmak için öğretmenler, öğrencilerinin meşalelerini yakarak, hem kendi yollarını aydınlatmalarını, hem de toplumun aydınlığa kavuşması için çalışmaktadırlar. Her ne kadar, bazı insanlar aydınlığı karanlığa tercih etse de, toplumun büyük bir bölümü cahilliği arkasında bırakmaktadır. Bununla ilgili olarak Romalı Filozof Syrus’ şöyle der:”Sadece cahiller eğitimi inkâr eder.”
Ne zamandır aklımdaydı, özel kurumlarda çalışan öğretmenlerin sorunlarını dile getirmek. Samuel Johnson’ın “Zorluklarla boğuşup onları yenmek insanlığın en büyük mutluluğudur.” sözünden yola çıkarak kendi yaşadıklarımı ve çevremdeki öğretmenlerin yaşadıklarını sizlerle paylaşmak istedim.
Özel okullar yapısı itibariyle para karşılığında eğitim veren kurumlardır. Kanımca, eğitim kalitesi devlet okulları ile karşılaştırıldığında daha ileridedir. Gerçi devlet okulları da bir yandan okul aidatı, kayıt parası adı altında para toplamaktadır ama, bu da ayrı bir tartışma konusudur. Özel okullar kendilerini, dernek çatısı altında toplayarak, kendi lobi faaliyetlerini en iyi şekilde yapmaktadır. Oysa özel eğitim ve öğretim kurumu öğretmenlerinin; ne bir derneği, ne de bir sendikası vardır. Yani sahip çıkan kimsesi yoktur. Evet, eğitim sendikaları var ama onlar daha çok kamu öğretmenlerinin sorunlarıyla ilgileniyorlar. Bu arada, daha çok ‘atanamayan öğretmenler’ ve ‘sözleşmeli öğretmenler’ ile ilgileniyorlar.
Yıllardır uygulanan yanlış politikalar ve stratejik yanlışlar yüzünden Ülkemiz’de çok sayıda işsiz öğretmen fazlalığı oluşmuştur. Burada şunu sormak istiyorum: DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) ne iş yapar? Çok mu zordur yıllık öğretmen ihtiyacımızın Milli Eğitim Bakanlığı, YÖK ve DPT’nin koordinasyonunda planlanması? Madem bu kadar öğretmene ihtiyaç yok, neden kontenjanları azaltmıyorsunuz? Rekabet çoğaldıkça öğretmenliğin itibarı azalıyor. Bunu görmek istemeyenlerin art niyetli olduklarını, yani öğretmeni itibarsızlaştırmak istediğini sanıyorum. Bir meslekteki kazancın artması ancak, o alanda çalışan insan sayısının dengelenmesi ile mümkündür. Ayrıca böyle bir ortam, özel eğitim ve öğretim kurumlarının patronlarının işine gelmektedir. ‘Biri gider, diğeri gelir’ mantığı ile hareket ettikleri için bu ortam onların ekmeğine yağ sürmektedir.
Plansız, programsız öğretmen yetiştirilmesi sonucu, spor salonu olmayan beden eğitimi bölümleri, laboratuar görmemiş fen bilgisi öğretmenleri yetiştirilmektedir. YÖK’ün de bazı kriterler getirerek, öğretmen kalitesini geliştirmeye yönelik çalışma yapması gerekmektedir.
Özel eğitim ve öğretim kurumu öğretmenlerinin sorunlarından, bence en büyüğü sözleşme tarihleri ile ilgili olandır. Özel eğitim kurumları öğretmenlerini, Mart-Nisan-Mayıs ayı içinde yaptığı sınavlarla alır. Ancak, ayıracağı, yani sözleşmesini yenilemeyeceği öğretmenlerini, haziran ayının sonunda, öğretmene, bildirir. Bütün özel kurumlar bu şekilde hareket ettiği için, haziran ayında işten çıkarılan bir öğretmenin iş bulması mucizelere kalmıştır. İşsiz kalan öğretmen ve bakmakla yükümlü olduğu aile bireylerinin yiyeceği ve içeceği cabası. Zira bu dönemde bütün özel eğitim kurumları öğretmen alımlarını kapattığı için, belki de bir sene beklemek zorunda kalmaktadırlar. Özel sektörde çalışan öğretmenlerin planlanmasını da devlet adına Millî Eğitim Bakanlığı yapamaz mı? Yani prensiplerini koyamaz mı?
 Bu haksızlığın giderilmesi için Milli Eğitim Bakanı’mız Sayın Ömer DİNÇER’e bir önerim olacaktır. Bir çok spor dalında olan transfer dönemleri gibi bir yapı kurulabilir. Aynı şekilde öğretmenlerin de atama dönemleri olabilir. Bu tarihler ise birinci dönemin bitip ikinci dönemin başladığı tarihe kadar ve temmuz ayı içinde yapılması önerilmektedir. Bu sayede  problemin çözülebileceği düşüncesindeyim. Zorunlu haller (ölüm, askere gitme ve eş durumu vb.) için ise il milli eğitim müdürlüklerinin onayı alınarak atamalar yapılabilmelidir.
Öğretmen sözleşmeleri ile ilgili yapılan bazı yanlış uygulamalar vardır. Bunlardan bir tanesi öğretmeni haziran ayında istifa ettirip, eylülde yeniden sözleşme imzalattırılmasıdır. Bazı okullar bu sürede maaş ödemiyor veya maaşı ödüyor ama sigorta ve vergileri Devlet’e ödemiyor. Yani vergi kaçırıyor. Yani Devlet’i zarara uğratıyor. Söz vergiden açılmışken, çoğu özel kurum daha az vergi vermek için vakıf şemsiyesine sığınmaktadır. Personel maaşlarında ‘vakıf ödeneği’ adı altında bir ibare bulunmaktadır. Ana maaşı düşük gösterip; vergi ve sigortayı en alt limitten yatırıp, aslında yine bir çeşit vergi kaçırmaktadırlar.
 İş bununla da kalmıyor. Zar zor  iş bulmuş öğretmene ‘ek ders ücreti vermem’ diyen yöneticiye hadi bakalım hayır de? Ek ders ücreti, ‘ders yılı başı eğitim ödeneği’ veya fazla mesai gibi ödenekler verilmemektedir. Sayın Bakan’ım, bunun düzeltilmesi çok mu zordur? Yine Sayın Bakan’a bu konuyla ilgili bir önerim olacak: e-okul’da yaptığınız gibi bir sistemle; öğretmenlere ödenen maaş, ek ders ücreti ve fazla mesai vb. gibi ödemelerin bu sistemde kayıtlı ve MEB tarafından kontrol edilebilir olmasını sağlayın. Bunun yapılmasının önündeki engel nedir? Maaşların hangi tarihte ne kadar ödendiğine dair bilginin Devlet’in kayıtlarında olmasını sağlayın. Sizce bunda ne sakınca vardır? Böylece kaçakların  önüne geçmiş olursunuz.
Sözleşmelerle ilgili olarak son bir şey daha eklemek istiyorum. Özel okul olsun dershane olsun, bir öğretmenle sözleşme yenilemeyecekse, bu tutanaklı ve gerekçeli olmalı. Yani, kamudaki gibi “evrensel hukuk kurallarına göre; savunması alınmadan kimseye ceza verilemeyeceği” özel sektördeki öğretmen nasıl olur da iki dudak arasındaki inisiyatife emanet edilir? Keyfi olarak bu sene sözleşmeni yenilemeyeceğiz denmemeli. Sözleşmeyi sürekli bir  giyotin gibi öğretmenlerin tepesinde gezdirilmesine izin verilmemeli. Bu yüzden bir çok öğretmen mayıs ve haziran aylarında aşırı strese maruz kalmaktadırlar.
Dershanelerde ise öğretmenler köle gibi çalıştırılıp, stajyerliği kaldırılsın diye üste para vermeye razı hale getirilmişlerdir.
Yaz geldiğinde ise özel okullar daha fazla para kazanabilmek için yaz okulu yaparlar. Bu arada öğretmenlerine çok cüzi paralar vererek yaz tatillerini gasp ederler. Bir öğretmenin ben yaz okuluna gelmeyeceğim deme lüksü de yoktur. Kaldı ki, öğretmenin de dinlenme ve eğlenme hakkı olduğu unutulmamalıdır. Oysa yönetmeliğe göre öğretmenler 1 temmuz itibariyle yıllık izne ayrılırlar. Aynı sektörün kamudakiler izinli de özel sektördekiler neden değil?
Ayrıca özel okul ve dershanelerde belli bir yılı doldurmuş, tecrübeli öğretmenlerin bazı prensiplere dayandırılarak (meselâ; sicil notlarına bakılarak), sınavsız olarak devlet kadrosuna geçebilmeleri de sağlanmalıdır. Zira, kabul edilir ki, özel kurumlarda herkes görev yapamaz. İstekler ve görev anlayışı daha güçtür. Bu nedenle bu güçlüğe yıllarca, hem de daha az bir maaşla göğüs germiş öğretmenlerin buna hakkı, ahlâken ve mantıken doğmamalı mı?
MEB İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 71. maddesine göre “…normal eğitim yapan okullarda gün süresince … nöbet tutmaları sağlanır.” denilerek nöbet konusu açıklanmıştır. Aslında öğretmenlerin nöbetlerinin  gün sayısı belli değildir. Ancak bazı okullarda haftada 2 veya 3 gün nöbet tutturulmaktadır. Bu öğretmenin fiziken ve zihnen yıpranmasına ve performansının düşmesine sebep olmaktadır. Bu maddelerin daha açık ve keyfiyete yer vermeyecek şekilde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
Bu sorunların içinde; beni en çok yaralayan ise eğitimin ‘e’sinden anlamayan, ama her şeyi para gören kimseler olmuştur.  Hiç unutmuyorum bir toplantıda, yönetici, öğretmenlere şöyle bir soru sormuştu: “Sen kaç öğrenci kazandırdın bu kuruma?” . Ben de dahil herkes buna cevap vermek zorunda bırakılmıştık. Daha sonra bir öğretmen arkadaşım şöyle bir cevap vermişti (tabii ki yöneticiye değil) “Biz çoban değiliz ki sürümüzle gezelim.” Bu lâf çok hoşuma gitmişti.
Yine aynı yönetici,  öğretmen ve velilerin bulunduğu bir ortamda velilere dönerek “Bunları sizin için getirdik sağın bunları” diyerek öğretmenleri “sağmal inek” gibi göstermiştir. Kendince espri yapıyor olabilir ama gereğinden ağır olmuştur.
Şu anda uygulanan sistem; öğrenciyi kaybetmektense, öğretmeni harcamayı tercih etmektedir. Özel okul ve dershane öğretmenleri, bu sistemin içinde ezilmektedir. Ne sorunlarını anlatabilecek bir makam, ne de kendilerini temsil edebilecek bir yapı mevcut değildir. Yapılacak yeni düzenlemeler ve denetimlerle, bu sorunların aşılacağına inanıyorum. Öğretmenliğin hak ettiği değeri kazanacağı ve yeniden itibarlı bir meslek olacağı günlerin özlemi içimdeyim. “Eğitimin yüce amacı bilgi değil eylemdir.” (Herbert Spencer). Olması dileğiyle tüm meslektaşlarımın, öğretmenler gününü kutlarım.
cengo13@hotmail.com Cenk TUNÇ. Ankara. 23 Kasım 2011